Latest Movie :
Son Eklenenler
komedi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
komedi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Silver Linings Playbook (Umut Işığım) 2012



Pat (Bradley Cooper) karısını Nikli'yi evinde başka bir adamla basınca kontrolünü kaybetmiş ve bir terapi merkezine yatırılmıştır. Gerekli tedaviyi gördükten sonra tedavi merkezinden çıkan Pat, Nickie'yi tekrardan kazanmak istemektedir ama Nikki'nin koydurduğu yasak üzerine evine 150m'den fazla yaklaşamamaktadır. 

Arkadaşı Ronnie bir gün Pat'i yemeğe davet eder. Yemekte Ronnie'nin baldızı Tiffany (Jennifer Lavrence) ile tanışırlar. Tiffany'nin bir süre önce eşi ölmüştür ve o da aynı Pat gibi bunalımdadır. 






Pat her gün olduğu gibi koşu yaparken Tiffany ortaya çıkar. Birlikte yemek yerler vs. Pat eşi Nikki'den bahseder ona ulaşmaya çalıştığından bahseder, Tiffany eşinden başından geçenleri anlatır. Tiffany Pat'in yazacağı bir mektubu Nikki'ye ulaştırabileceğini ama karşılığında kendisiyle birlikte dans yarışmasına katılmasını ister ve Pat kabul eder tabi ki...






Pat'in ailesinden bahsetmek gerekirse Pat'in babası (Robert De Niro) tam bir Eagles hastası, takımının tüm maçlarını totemlerle izleyen, takımı için yaptığı kavgalardan dolayı stada giriş yasağı bulunan birisi. Sürekli arkadaşıyla Eagles üzerinden bahis oynar falan.

Abisi ise işinde başarılı biridir. Babasına restoran açmakta yardım etmeye çalışır. Annesi ise kendi halinde birisi...



Büyük Pat (baba), Pat, Tiffany üçgeninde geçen filmin ilk yarısı özgün bir şekilde ilerlerken ikinci yarısında yerini klişelere bırakıyor. Beklentimi yüksek tuttuğumdan mıdır bilinmez 2. yarısında filmden sıkılmaya başladım. Film depresyondaki insanlardan nasıl birden 2. sınıf bir romantik komedi filmine dönüşmüş anlamıyorum. Ama her şeye rağmen Hangover'dan tanıdığımız Bradley Cooper karakterini çok güzel canlandırmış...

7.5/10

The Station Agent (Hayatın İçinden) (2003)



Fin (Peter Dinklage) 1.34m boyunda trenlerle yatıp trenlerle kalkan sevimli mi sevimli ama bir o kadar da yalnız bir adam. Tek arkadaşı Henry ile bir oyuncakçı dükkanında çalışıyor. Henry'nin ölümüyle birlikte Henry'den miras olarak New Jersey'de küçük bir tren istasyonu kalıyor Fin'e. Fin zaten yalnız adam, trenlere de düşkün zaten hayatı zorlasak trenler olur heralde, neyse alıyor çantasını basıp gidiyor istasyona.


İstasyona vardığında etraf dağınık zaten istasyon dedikleri yer de 1 göz oda. Her şey eskimiş falan. Etrafta market yok bişey yok sadece 1 hotdogcu var. Bu hotdogcu da bi geveze bi geveze anlatılmaz. Neyse Fin ister istemez bu hotdogcuyla muhabbete başlıyo her ne kadar ilk başlarda gönülsüz olsa da.

Biraz bu hotdogcu abimizden bahsediyim. Bu abimizin ismi Joe (Bobby Cannavale). Asıl hotdogcu babası ama hastalanınca tükkanın başına (kamyonetin) Joe geçiyo. Etrafta Fin gelene kadar pek adam olmadığından ötürü Joe da yalnız birisi. Gelenler alacağını alıp basıp gidiyor.


Bir de Olivia (Patricia Clarkson) var. Olivia ablamız da yalnız. Eşinden ayrılmış, 2 sene önce oğlunu kaybetmiş. Her sabah gidip Joe'dan kahve alan ve geri kalan tüm gününü evde resim çizerek geçiren birisi. Olivia'nın Fin ile tanışma hikayesi apayrı bişey zaten. 2 kere Fin'i arabayla ezmekten son anda yırtıp daha sonra kendisini affettirebilmek için yapılan muhabbetlerle yakın arkadaşa dönüşüyolar.


Fin, Joe ve Olivia'nın yalnızlıkla geçen hayatlarının birbirlerini tanımalarıyla nasıl değiştiğini anlatılıyor. Tabi sadece bu 3 karakter değil yan karakter olarak katılan kütüphaneci kızımız ve ufak kızımız Cleo da hikayeyi genişletiyor ve eğlenceli hale getiriyor.

Filmin çok durgun bir şekilde akmasına rağmen kendinizi sürükleyici bi şekilde hikayenin içinde buluyosunuz konudan kopamıyosunuz.

7.7/10


Intouchables (Can Dostum) (2011)


Philippe yamaç paraşütü yaparken kaza geçirmiş ve boynundan altı felçli zengin mi zengin bir adamdır. Haliyle kendisine yardımcı olması için birisini tutması gerekir. Yapılan görüşmeler sonunda Driss işe alınır.

Driss Senegal kökenli, hapisten yeni çıkmış dış görünüşü itibari ile tam bir serseriye benzeyen bir adamdır. İşe girdikten sonra 7/24 Philippe ile beraber zaman geçirir. Aslında işe girmeden önce Driss'in amacı işsizlik maaşı alabilmek için iş görüşmesine geldiğine dair elindeki belgeleri imzalatmaktır ama işe kabul edilince olaylar değişir.


Zaman geçtikçe birbirleriyle iyi geçinmeye başlayan Philippe ve Driss çok sıkı dost olurlar. Sürekli kendi zevklerini birbirlerine sevdirmeye çalışırlar falan. Gün gelir Driss sayesinde Philippe mektup arkadaşına fotoğrafını gönderir, buluşma ayarlar vs.


     

Baştan sona insanı hikayenin içindesiniz. Bir an olsun filmden kopamıyorsunuz. Sürekli yüzünüzde bir tebessümle filmleri izliyorsunuz ayrıca filmin müzikleri de ayrı bir olay. Çok iyi bir soundtracka sahip film. Kesinlikle izlenmesi gereken bir film...

8.5/10





The Truman Show (1998)




Yönetmen 
Peter Weir

Senaryo 
Andrew Niccol

Bu filmi izledikten sonra bildiğin kendi kendime sitem ettim niye bu filmi daha önce izlemedim diye. Tam bir başyapıt diyebilirim. Gelelim konumuza...

Truman Burbank güzel bir evi güzel, bir eşi, ve ortalama bir işi olan senin benim gibi bir adam. Her gün evden işe, işten eve gelip giden monotonluğu hat safhada yaşayan bir abimiz. Babasını denize açıldıkları fırtınalı bir günde kaybetmiş ve bu olaydan dolayı denizden korkmaya başlamıştır. Öyle ki bir nehir üstündeki bir köprüden bile geçemiyor.


Gel zaman git zaman babasını kaybettikten tam 22 sene sonra iş yerinin kapısında babasını paçavralar içerisinde görüyor ama babasını 2 kişi aniden kollarından tutup götürüyor. Bunun üzerine Truman şüphelenmeye başlıyor. Etrafındaki tüm olayların bir döngü içerisinde gerçekleştiğinin farkına varıyor. Bunun üzerine Truman yaşadığı adadan ayrılmaya karar veriyor ama bir şekilde sürekli engelleniyor. 



Truman aslında bir film setinin içerisinde yaşıyor. Doğumundan 30 yaşına gelene kadar kameralar tarafından takip ediliyor ve ne zaman adadan ayrılmaya çalışsa yönetmen tarafından bir engel çıkartılıyor. Yavaş yavaş bu durumun farkına varan Truman'ın hayat hikayesini anlatıyor.


Başta söylediğim gibi şimdiye kadar neden izlemedim bilmiyorum. Sürekli duyardım ama geçen gün internette gördüğüm bir fotoğraf üzerine izlemeye karar verdim filmi. Kaçırılmayacak derecede güzel bir film. Truman'ın sıradan bir karakter olması sebebiyle kendinizi kolayca Truman'ın yerine koyabiliyorsunuz ve "ben olsaydım ne yapardım?" derken buluyorsunuz kendinizi. Uzun lafın kısası izleyin izlettirin. Haydi iyi seyirler olsun...

9/10





Ted (2012)

                              



Yönetmen 
Seth MacFarlane

Senaryo 
Seth MacFarlane
Alec Sulkin
Wellesley Wild


John arkadaşı olmayan bir çocuk. Ne zaman diğer çocukların yanına gitse dışlanıyo falan. Bir noel gecesi John'a ailesi peluş ayı hediye ediyor. John peluş ayıya Ted ismini takıyor. Bir gün peluş ayıyla birlikte uyumadan önce John Ted'in en iyi arkadaşı olduğunu düşünüyor ve "keşke Ted canlı olsaydı" diyor.
Tabi bu dünyada çocukların dileği kabul edilir ve sabah John Ted'in canlı olduğunun farkına varır. 



Beraber 27 sene geçirirler. Artık John 35 yaşına gelmiştir. Ted ve John'un alışkanlıkları da değişmiştir tabi, esrar çekmek, kafayı bulmak falan artık böyle eğlenir olmuşlardır. Tabi bu durum John'un 4 senedir birlikte olduğu Lori'nin hoşuna gitmez.





Ted - John - Lori üçgeni çevresinde geçen olaylar silsilesi denilebilir filmden için. Öyle çoluk çocuk için olan komedi filmlerinden değil sakın öyle zannetmeyin. Yer yer çok ince esprilere sahip zaman zaman gülme krizine sokan bu filmi kesinlikle izlemenizi tavsiye ediyorum...

7.5/10






Cloud Atlas (Bulut Atlası) (2012)







Yönetmen 

Tom Tykwer
Andy Wachowski
Larry Wachowski

Senaryo 
David Mitchell
Tom Tykwer
Andy Wachowski




Açıkça konuşmak gerekirse ben anlamadım filmi. Filmde 5-6 hikaye birden anlatılıyor ve hiçbiri bir sonuca ulaşmadan diğer hikayeye geçiyor ve bu bence biraz olayları bozuyor. 3 (geçmiş - şimdiki - gelecek zaman) farklı zaman diliminde 5-6 hikayeyi birden anlatırsan olacağı bu. Bunca karmaşanın üzerine bir de film yaklaşık 3 saat ooohhhh deme keyfimize. Valla sinemadayken film ne zaman bitecek diye dk saydığım doğrudur. 

Neyse ki anlamayan tek ben değilmişim. Filme gitmeden önce bazı arkadaşlarım da filmi anlamadıklarından yakınıyolardı. Beraber filme gittiğim arkadaşlarıma da sordum onlar da anlamamışlar "tamam" dedim sorun bende değilmiş...

Neyse ilk hikayemize gelelim. Soylu bir abimiz var. Bu bir gemiyle seyahate çıkıyor. Aslında evine dönüyor diyelim. Dönüş yolu boyunca abimiz günlük yazıyor. Dönüş yolunda okyanusun ortasında bunun kamarasından siyahi bir köle abimiz ortaya çıkıyor. Siyahi abimiz soylu abimizi ikna ediyor ve gemide çalışması için köleye bir şans tanınıyor falan fistan bu hikaye böyle devam ediyor taki soylu abimiz evine dönene kadar.

İkinci hikaye eşcinsel olan bir müzisyeni anlatıyor. Müziğini geliştirmek için yaşlı ama ünlü bir müzisyenin yanında asistanı (aslında tam asistan değil. Adam sesi çıkarıyo bizim eleman notaya döküyo) olarak işe başlıyor. Hem kendisini geliştiriyor hem de müzisyen amcanın işini görüyor. Bu abimiz müzisyen amcanın evinde bir kitap okuyo ve epey etkileniyo. Okuduğu kitap 1 önceki hikayedeki abimizin günlüğü. Daha sonra bu kitabın etkisiyle "Cloud Atlas Altılısı" nı yapıyor.


Üçüncü hikaye bir gazeteci ablamızı anlatıyor. Bildiği veya şüphelendiği bir konu hakkında geri adım atmayan güçlü gazeteci imajını yansıtıyor. Bu ablamızda bir müzik dükkanında "Cloud Atlas Altılısı"nı dinliyo ve tabi ki bu ablamız da etkileniyo.


Dördüncü hikayede ise yaşlı bir yapımcı abimiz. Editörlüğünü yaptığı yazarının sansasyonel bir şekilde adam öldürmesi sonucu yazar hapse giriyo ama bunun yanında tüm kitapları satılıyor. (Ayrıca bir önceki hikayedeki ablamızın hayatını yayınlıyor.) Tüm parayı hiç eden de tabi ki editörümüz. Hapisteki yazarımız 3 arkadasını hakkı olan parayı alması için editörün yanına gönderiyo. Tabi ortada para yok. Bunun üzerine Yapımcı abi kardeşinden yardım istiyor ve kaçıyor. Ama kardeş ki nasıl kardeş yüzyılın kazığını atıyor ve yapımcımızı huzur evine kapattırıyor. Yapımcı abimizin de yegane amacı huzur evinden kaçmak oluyor. Özgürlüğüne kavuşmak için yapmadığı şey kalmıyor. (En çok bu abinin hikayesini sevdim)



5. hikayede bir androidimiz var. Bu androidimizin tabi ki iradesi yok. Ama bişey oluyo birden nasıl oluyosa bu androidimizin aklına özgür olma fikri yerleşiyor. (Özgürlük fikri bir önceki hikayedeki amcamızın çektiği bir filmden geliyor.) İsyancılara katılıyor falan...



6. ve son hikayemizde ise burda bir çoban mı dersiniz artık ne dersiniz tam anlayamadım ilkel şartlar altında yaşayan bir abimiz var. Bir önceki hikayede çıkan savaş sonrası dünya yok olma safhasına gelmiş. Herkes kendi derdinde. Bu abimizin ismi Zachary. Filmden hatırladığım ender isimlerden birisi. Neyse bu abimizin çevresinde bir kahin var bir de sürekli kafasını karıştan artık şeytan mı dersiniz iblis mi dersiniz öyle bişey var. Kahin Zachary'nin başına gelecekleri söylüyor ama iblisimiz boş durur mu sürekli fitnelik fesatlık peşinde. Yok onu öyle yapma. Yok ona yardım etme bırak ölsün gibi. Neyse bu abimizin köyüne "öngörülüler" dedikleri grup arasından birisi geliyor. Amaç dağın zirvesine çıkmak ama dağın tepesinde şeytan olduğuna inanılıyor.Bu hiakyede ise bir önceki hikayedeki Somni tanrı haline gelmiş oluyor.

Cloud Atlas, Tom Hanks and Halle Berry

Neyse işte film karışık epey karışık. Yani ben bu kadar hatırladığıma şaştım zaten şu anda. Hani bence film sakat. Sınırda yani. Anlasaydım belki sevebilirdim ama kafa basmadı tabi benim o yüzden pek beğenmediğimi itiraf etcem. Film hakkında "çok güzel yaaaaa" diyenler de yok değil hani. Zaten imdb'den de almış 8.5'i daha ne diyim. 

7.5/10


Mary and Max (2009)





Yönetmen
Adam Elliot
Senaryo
Adam Elliot

Yalnızlık çeken biri 8 yaşındaki Mary diğeri 44 yaşındaki Max'in kıtalar arası mektuplaşmalarını konu alan yer yer güldüren yer yer kederlendirip ağlatabilecek Adam Elliot filmi.

Karakterlerimizi biraz anlatmak gerekirse Mary 8 yaşında Avustralya'da yaşayan alkolik bir anneye sahip, arkadaşı olmayan, dışarı çıkmayan, gezip tozmayan tek lokmada yenilebilecek tatlılıkta bir kızımız.


Max ise Amerikada yaşayan, obez, arkadaşı olmayan - tek arkadaşı diyebileceğimiz insan psikoloğu - hiç aşık olmamış, görgü kurallarına (böyle diyebiliriz heralde) anlam verememiş bir abimiz. Tanıdıkça seveceksiniz emin olun.


Neyse Mary'nin attığı bir mektupla başlayan arkadaşlık yıllar geçtikçe pekişir. Birbirlerini hiç görmeseler de birbirlerinin en iyi arkadaşları olmuşlardır. Birbirleri sayesinde yalnızlıktan kurtulmaya başlarlar. Hayatlarındaki önemli anları birbirlerine anlatırlar. (Ne kadar çok "birbirlerine" kelimesini kullandım :/ )

Zaman akar gider. Dile kolay 20 sene. 20 sene boyunca yeri geldi güldüler yeri geldi ağladılar ama birbirlerinden hiç kopmadılar.

Film öyle büyük bütçelerle çekilmese bile diğer animasyon filmleri katlar da katlar. İzleyin izlettirin...

8.2/10


Lucky Number Slevin (2006)





Yönetmen 
Paul McGuigan
Senaryo 
Jason Smilovic

Esas adamımız Slevin (Josh Hartnett) bahtsız adamın teki. Sevgilisi bunu aldatıyor, evi mühürleniyor falan derken arkadaşı Nick arıyor ve onun yanına gidiyor. Nick'in evine gittiğinde kapıyı açık buluyor ama evde Nick yok. Bi süre sonra karşı komşu Lindsey geliyor, konuşuyorlar falan. Daha sonra Patron'un (Morgan Freeman) adamları geliyor Slevin'i Nick zannederek alıyorlar bunu Patron'un yanına götürüyorlar. Patron Slevin'den oğlunu öldüren Haham'ın oğlunu öldürmesini istiyor.


 Sonra Haham Slevin'i yanına çağırtıyor. Haham da Slevin'den Nick'in ona borcu olan 33000 $'ı istiyor. Bizim Slevin resmen ortada kalıyor zaten. Ne yapacağını şaşırıyor.

Biraz da Patron ve Haham'dan bahsediyim. Patron ve Haham New York'un 2 büyük mafyası. 20 yıl öncesine kadar yedikleri içtikleri ayrı gitmezken birden birbirleriyle zıt düşüyorlar ve 20 yıl boyunca birbirlerinin korkusuyla yaşıyorlar.

Nick'in Patron ve Haham'la görüştüğünü gören polis de Nick'in yani Slevin'in peşine düşüyor böylelikle işler daha da karışıyor.



Patron-Haham-polis üçgeninin ortasında kalan Nick bir karar vermek zorunda kalıyor ve olaylar başlıyor.

İzleyin filmi güzel. Özellikle son 30 dk obaa yuhh falan dedirtiyo. Ama filmin başında biraz sonunu tahmin edebiliyosunuz.

7.8/10


















Good Bye Lenin



Yönetmen
Wolfgang Becker

Senaryo
Wolfgang Becker
Bernd Lichtenberg


Film Doğu Almanyalı bir aile etrafında geçiyor. Doğu Almanyada sosyalizm hat safhada. Ailede anne tam bir sosyalist, baba baskıdan kaçmış. Baba kaçınca tabi annenin üstünde bir baskı oluşuyor. Efendim anne de bu olay üzerine bunlar sosyalist değil demesinler diye daha da sosyalizmi benimsiyor, kendisini yırtıyor bildiğin.
Her neyse ailenin kalan elemanları çocuklar. Alex ve Ariane. Bu kardeşlerimiz daha çok küçük yaştalar. Sosyalizm ateşinin ortasında pişiyolar bunlar. 


Gel zaman git zaman çocuklar büyüyorlar falan. Doğu Almanyada Sosyalizmin 40. yılı kutlamaları esnasında bir grup protestocu ortaya çıkıyor. Bu protestocular arasında evin erkek çocuğu Alex de bulunuyor. Annesi Alex'i orada görünce kalp krizi geçirip bayılıyor ve komaya giriyor.

Annemiz tamı tamına 8 ay komada kalıyor. Bu 8 ay içerisinde inanılmaz olaylar oluyor ama anne bu olayların tamamını kaçırıyor tabi ki. Berlin duvarı yıkılıyor, devlet başkanı falan istifa ediyor sosyalizm çöküyor vs. 


Annemiz komadan çıkıyor ama doktorlar Alex ve Ariane'yi uyarıyorlar. Eğer annelerini heyecanlandıracak en ufak bir şey olsa bile tekrar kalp krizi geçirme ihtimali var ve bu sefer durum çok daha ciddi olabilir. Bu durum üzerine Alex annesini resmen evde karantina altına alıyor. Sanki 8 aylık süre zarfında hiçbir şey olmamış gibi annelerini yaşatmaya çalışıyorlar. 


Efenim filmimiz güzel. Kimin aklına geldiyse kim para kaynağını bulduysa ellerine sağlık.

Filme Puanım 7.5/10

Submarine





Yönetmen 
Richard Ayoade

Senaryo
Richard Ayoade
Joe Dunthorde

Film klasik İngiliz filmi. İngiltere'nin o kapalı basık puslu havası filmde çok güzel gösterilmiş. Kullanılan renkler öyle çok canlı renkler değil daha çok havaya uygun gri renkler kullanılmış.

Hikaye 15 yaşlarındaki ergen arkadaşımız Oliver Tate'in (Craig Roberts) etrafında geçiyor. Genç kardeşimizin Jordana (Yasmin Paige)'ya aşık olması ayrıca annesinin eski erkek arkadaşıyla tekrar birlikte olması ve eşiyle yaşadığı problemlerle hikaye büyüyo da büyüyo.

Ergen kardeşimiz Oliver Jordana'ya yanıktır.  Filmimizin ilk yarısında Oliver Jordana'yı elde etmeye çalışıyo. Yapmadığı şey kalmıyor. Tabi ki mutlu son. Oliver Jordanayla flört etmeye başlıyor derken annesinin eski erkek arkadaşı hemen yan binalarına taşınıyor ve annesi başlıyor eski flörtüyle görüşmeye. Tabi evde bi sıkıntı bi çatışma tartışma ortamı oluşuyor.






Garibim Oliver sevinsin mii üzülsün müü bi çıkmaza giriyor tabi ki. Annesinin meselesini düşünürken Jordana'dan uzaklaşıyor. Eee tabi ki ayrılıyolar sonunda. Bizim eleman bi bunalımlara falan giriyor sanki bir okyanusta kaybolmuş gibi boş boş gezmeye başlıyor ortada.


Aslında film 2 parça halinde incelenebilir. Oliver'ın babası kendi gençlik zamanından kalma içinde aşk şarkıları bulunan bir kaseti Oliver'a veriyor. Kasetin A yüzü ilişkinin heyecanlı kısmını anlatırken B yüzü ise ayrılık kısmını anlatıyor. Bu kaset filmin kısa bir özeti gibi sanki. 

Filmin soundtrackleri için Alex Turner abimize de teşekkürü borç biliriz. Alex Turnersız Submarine olmazmış yani.

Filme Puanım: 7.5/10














The Darjeeling Limited



                     

Yönetmen 
Wes Anderson

Senaryo
Wes Anderson
Roman Cappola
Jason Schwatzman

3 kardeşin [Francis L. Whitman (Owen Wilson), Peter L. Whitman (Adrien Brody) ve Jack L. Whitman (Jason Schwartzman)] babalarının ölümünden sonra Darjeeling Ltd. isimli bir trenle Hindistan'a yaptıkları güya ruhani yolculuğu anlatmaktadır. Bana kalırsa bu tren yolculuğu Francis'in babasının ölümünden sonra ailesini tekrar bir araya getirmek için yarattığı bir bahane. 
                             

Öyle bir 3 kardeş düşünün ki hepsinin karakteri birbirinden farklı olsun. Birisi duygusal, birisi herkesi yönlendiren ve diğeri de geleceğinden korkan biri... Film boyunca bu 3 kardeşin karakterlerinin nasıl değiştiğini ve birbirlerine nasıl yaklaştığına tanık oluyoruz.

Filmde dikkat edilmesi gereken nokta ise sürekli yanlarında taşıdıkları bavullar. Bavulların hepsinde babalarının eşyaları var. Bir nevi babalarının anıları üzerlerine yükmüş gibi. Zaten filmin sonunda bavullar her şeyi anlatıyor. 
                             
                               

Film her ne kadar komedi - drama türünde olsa da öyle kahkahalar atacağınız sahneler yok. (En azından ben hiç kahkaha atmadım.) Yer yer güzel diyaloglar var. Aklımda kalan 1-2 tanesi;

---Spoiler içerir---
Tren kaybolduğu sırada Jack
"Raylarda giden bir tren nasıl kaybolur" repliği ile yine Jack'in 
"Merak ediyorum da üçümüz gerçek hayatta arkadaş olabilir miydik. Kardeş olarak değil, sadece insan olsaydık." 
--- Spoiler ---

Film bence öyle ahım şahım bir film değil. Ama yine de izlenebilir bir film. Filmin bazı anlarında vakit kaybı gibi düşünsem de oluşan ufacık bir olay filmi güzelleştiriyor.

Filmin müzikleri bence çok güzel. Özellikle cenaze sırasında çalan The Kinks'ten "Strangers" sahneye tabiri caizse cuk oturmuş.

ÖNEMLİ NOT: Filmin castında Natalie Portman'ı görüp izlemeliyim diyen arkadaşlara söyleyim yalnızca 4-5 sn görebilecekler.

Filme Puanım: 7.2/10



Moonrise Kingdom




Yönetmen 
Wes Anderson

Senaryo
Wes Anderson
Roman Cappola

Wes Anderson'dan tuhaf ama eğlenceli bir film. Film 1960'larda New England'da geçiyor. Birbirlerine aşık olan 2 genç Sam (Jared Gilman) ve Suzy'nin (Kara Hayward) beraber kaçmalarının ardında gelişen olayları anlatılıyor. 

Sam 12 yaşında koruyucu bir ailenin yanında büyümüş içine kapanık bir çocuktur. Hiç kimse Sam'den hoşlanmaz çünkü Sam diğer çocuklara göre farklıdır. Suzy'nin ise kendine has bir tarzı var. Öyle bir insan düşünün ki kaçarken bile yanında kıyafet, yiyecek, içecek yerine kitaplar ve plaklar götürsün. 

Neyse gelelim konumuza. Sam, Suzy ile bir kilise gösterisi sırasında tanışır ve mektuplaşarak arkadaşlıklarını pekiştirirler. Suzy ve Sam çevreleri tarafından dışlandıkları için beraber kaçmaya karar verirler. Sam'in katıldığı izci kampı kaçış için bulunmaz fırsattır. Mektuplarla buluşma yeri, zamanı belirlenir. 






    
Sam kamptan kaçar ve Suzy'le buluşur. (Sam'in kamptan kaçma sahnesinde 
The Shawshank Redemption'a hafiften bir gönderme var) Olaylar şimdi başlar. Herkes Sam ve Suzy'nin peşine düşer. Oymakbeyi Ward (Edward Norton) ve polis şefi Captain Sharp (Bruce Willlis) in öncülüğünde aramalar başlar. İzciliğin verdiği tecrübeyle Sam istediği yerde kamp yapabilmektedir. Aramalara tüm izcilerin, polislerin ve Suzy'nin ailesinin katılmasıyla işler iyice karışmıştır.

Sonunda yakalansalar da Sam ve Suzy asla birbirlerinden vazgeçmezler ve mektuplaşmaya devam ederler. Bu inatçılığı fark eden kamptaki diğer çocuklar da Sam'e destek verir ve yeni bir kaçış planı yapılır.


Ve olaylar tekrar başlar. Herkes aramalara başlar, bizimkiler kaçar...

Film gayet güzel eğlenceli bir film. Filmde kullanılan müzikler filme ayrı bir boyut katıyor. Ayrıca filmde sürekli pastel renkler kullanılmış bu da insanın gözüne gayet hoş geliyor.

İmkanınız varsa izlemenizi tavsiye ederim...

Filme Puanım: 8.5/10


 
Support : Creating Website | Johny Template | Mas Template
Copyright © 2011. CADDEDEKİ FİLMCİ - All Rights Reserved
Template Created by Creating Website Published by Mas Template
Proudly powered by Blogger Template