Latest Movie :
Son Eklenenler

The Impossible (Lo imposible) (2012)

image




2004 yılında Tayland'da yaşanan tsunami felaketinin ardından bir ailenin başlarından geçen olaylar anlatılıyor "The Impossible" da. 

image
Henry (Ewan McGregor), Maria (Naomi Watts) ve çocukları Lucas (Tom Holland), Thomas (Samuel Joslin) ve  Simon (Oaklee Pendergast) Christmas tatillerini geçirmek için Tayland'a giderler. Tatilleri gayet güzel geçmektedir. Bir gün Henry, Thomas ve Simon'la havuzda oynamak için yanlarına gider. Gayet günlük güneşlik havada birden rüzgar esmeye başlar kuşlar sahilden kaçmaya başlar. Tabi ki bu tsunaminin habercisidir. Tsunami dalgası gelir Henry, Thomas ve Simon tabi ki dalganın etkisiyle hemen gözden kaybolurlar. 


image
Bu sırada havuzun kenarında kitap okuyan Maria ve  top oynayan Lucas da dalgaya yakalanırlar. Tabi bu dakikadan sonra yaralanmalar, ölümler, hayatta kalma savaşları başlar. Lucas ve Maria bir arada kalmaya çalışırken bir yandan da güvenli bir yere ulaşmaya çalışırlar. Maria dalgalarda Lucas'ın yanına ulaşmaya çalışırken yaralanmış durumdadır ve bitkin düşmeye başlar. Daha sonra bölge halkı Lucas ve Maria'yı bulup bir hastaneye yerlerştirirler.

Henry, Thomas ve Simon da dalgalardan kurtulmayı başarmışlardır. Henry çocukları otelin sağlam kalan güvenli bir yerinde bıraktıktan sonra Maria ve Lucas'ı aramaya başlar. Otele insanları güvenli yerlere götürmek için ekipler gelir. Henry çocukları ekiplere teslim ederek Maria ve Lucas'ı aramaya devam eder.

image

Bu sırada Maria'nın yaraları kötüleşmeye başlar. Ameliyata alınır ama hala tam olarak iyileşememiştir. Bir ameliyata daha girmesi gerekir ama bunu kaldıramayacağı düşünülür. Lucas ise insanlara hastanede yardım etmeye çalışır. Birbirlerini bulmaya çalışan ailelere yardım eder.

The Impossible oldukça etkili bir gerilim filmi olmasına rağmen zaman zaman duygu sömürüsünün dozu kaçırılmış. Tabi ki büyük bir felaket yaşanmış ama an geliyor Henry'nin ya da Maria'nın 10 cümle üst üste "çocuklarım" , "onlar olmadan asla" gibi sözlerini duyuyoruz ve bu da belli bi süreden sonra insanı bayıyor. 

image
Filmin iyi yönlerine gelecek olursak oyuncuların performansı ilk sırayı alır. Özellikle çocuk oyuncuların performansı oldukça başarılı. Lucas'ın her ne kadar çocuk da olsa annesinin yanında bir kaya gibi sağlam ve sarsılmaz olmaya çalışması, Thomas'ın her ne kadar 7-8 yaşında da olsa 5 yaşındaki kardeşi Simon'ı koruyup kollaması çok başarılı bir şekilde gösterilmiş. Tabi ki Ewan McGregor ve Naomi Watts da çok iyi bir oyunculuk sergilemişler ama bence çocuklar her ikisinden de 1 adım öndeler.

Ayrıca şimdiye kadar sürekli yapılan kıyamet temalı filmlerden daha büyük bir etki bırakıyor insanda.



7.5/10

The Station Agent (Hayatın İçinden) (2003)



Fin (Peter Dinklage) 1.34m boyunda trenlerle yatıp trenlerle kalkan sevimli mi sevimli ama bir o kadar da yalnız bir adam. Tek arkadaşı Henry ile bir oyuncakçı dükkanında çalışıyor. Henry'nin ölümüyle birlikte Henry'den miras olarak New Jersey'de küçük bir tren istasyonu kalıyor Fin'e. Fin zaten yalnız adam, trenlere de düşkün zaten hayatı zorlasak trenler olur heralde, neyse alıyor çantasını basıp gidiyor istasyona.


İstasyona vardığında etraf dağınık zaten istasyon dedikleri yer de 1 göz oda. Her şey eskimiş falan. Etrafta market yok bişey yok sadece 1 hotdogcu var. Bu hotdogcu da bi geveze bi geveze anlatılmaz. Neyse Fin ister istemez bu hotdogcuyla muhabbete başlıyo her ne kadar ilk başlarda gönülsüz olsa da.

Biraz bu hotdogcu abimizden bahsediyim. Bu abimizin ismi Joe (Bobby Cannavale). Asıl hotdogcu babası ama hastalanınca tükkanın başına (kamyonetin) Joe geçiyo. Etrafta Fin gelene kadar pek adam olmadığından ötürü Joe da yalnız birisi. Gelenler alacağını alıp basıp gidiyor.


Bir de Olivia (Patricia Clarkson) var. Olivia ablamız da yalnız. Eşinden ayrılmış, 2 sene önce oğlunu kaybetmiş. Her sabah gidip Joe'dan kahve alan ve geri kalan tüm gününü evde resim çizerek geçiren birisi. Olivia'nın Fin ile tanışma hikayesi apayrı bişey zaten. 2 kere Fin'i arabayla ezmekten son anda yırtıp daha sonra kendisini affettirebilmek için yapılan muhabbetlerle yakın arkadaşa dönüşüyolar.


Fin, Joe ve Olivia'nın yalnızlıkla geçen hayatlarının birbirlerini tanımalarıyla nasıl değiştiğini anlatılıyor. Tabi sadece bu 3 karakter değil yan karakter olarak katılan kütüphaneci kızımız ve ufak kızımız Cleo da hikayeyi genişletiyor ve eğlenceli hale getiriyor.

Filmin çok durgun bir şekilde akmasına rağmen kendinizi sürükleyici bi şekilde hikayenin içinde buluyosunuz konudan kopamıyosunuz.

7.7/10


The Perks of Being a Wallflower (2012)




Stephen Chbosky'nin aynı isimli kitabından uyarlanmış filmin yönetmenliğini de Stephen Chbosky yapmış. Filmde genel olarak liseli öğrencilerin ergenlik sorunları üzerinde durulmuş. Tabi alttan alta da psikolojik konular da işlenmiş. 

Liseye yeni başlayan Charlie'nin (Logan Lerman) hayali bir arkadaşına yazdığı mektupla başlıyor film. Charlie yalnız, çekingen, fazla arkadaşı olmayan bir genç. En yakın arkadaşı yakın zamanda intihar etmiş ayrıca geçmişten yaşadığı travmalar dolayısıyla daha da içine kapanmış birisi.


Son sınıf öğrencileri olan Sam (Emma Watson) ve Patrick (Ezra Miller) sayesinde hayatı değişmeye başlıyor Charlie'nin. Yavaş yavaş üstündeki o çekingenlik gidiyor. Zamanla arkadaşlıklar, dostluklar kazanıyor. İlk defa aşık oluyor, ilk defa birisiyle çıkıyor.


Sam ve Patrick'le çok iyi bir dostluk kuruyor. Sürekli birbirleriyle vakit geçiriyolar. Ama geçmişi Charlie'nin peşini bırakmıyor. Zaman zaman geçmişi hatırlıyor. Tabi bu gibi sorunlar sadece Charlie'de yok. Sam'in hayatı boyunca düzgün bir ilişkisi olmamış, sürekli önüne geçmişi geliyor. Patrick ise cinsel tercihinden dolayı hayatını tam anlamıyla istediği gibi yaşayamıyor. 

Film her ne kadar karakterlerin psikolojileri üstünde durmasa da karakterlerin nasıl bir ruh halinde davrandıklarını gayet güzel anlatabilmiş. Oyuncu seçimleri bence tabiri caizse "cuk" oturmuş. Emma Watson hepimizin hafızalarına kazınmış "Hermonie" karakterinden kırıntı bırakmamış, Ezra Miller ise ayrı bir oyunculuk sergilemiş. Ayrıca Charlie rolünü oynayan Logan Lerman ise karaktere nasıl büründüyse sanki gerçek hayatından bir parça sergiliyomuşçasına oynamış.


Ayrıca filmin soundtracleri çok güzel. Soundtracklerin seçiminde Stephen Chbosky'nin de etkisi varmış.

Film öyle büyük beklentilerle izlenmeyecek ama beklentilerinizi düşük tuttuğunuz zaman gayet büyük zevk alınarak izleyebileceğiniz bir film.

7.9/10


Argo (2012)


Ben Affleck'in hem yönetip hem de başrol oynadığı filmde İran'da Şah'ın devrilmesinden sonra ABD elçiliğinden kaçıp Kanada elçisinin evine sığınan 6 kişiyi kurtarma operasyonunu anlatılmış.

Şah devrildikten sonra İran halkı gaza gelmiş ve ABD elçiliğini basmıştır. Elçilikteki herkes esir alınmış ve sorgulanmak için götürülmüştür ama 6'sı dışında. 6 kişi elçilikten kaçmayı başarır ve Kanada elçisinin evine sığınır. 


Bu 6 kişiyi kurtarmak için CIA ajanı Tony Mendez (Ben Affleck) bir plan yapar. Planımız şöyle; egzotik bir ortamda çekilecek bir bilim kurgu filmi için İran'da mekan taraması yapmak ayağına İran'a girip 6 kişiyi Kanada pasaportlarıyla kaçırmak. Planın işlemesi için her şey göz önünde bulundurulur. Afişler hazırlanır, yapımcılarla anlaşılır vs. Her şey hazır olduğunda Tony Mendez İran'a Türkiye üzerinden gider. Burayı özellikle yazdım çünkü o kadar konuşuldu "Türkiye'de bi Hollywood filmi daha çekiliyor" diye es geçmeyim dedim. Neyse filme geri dönecek olursak Tony Mendez İran'a gider, Kanada elçisiyle buluşur, kurtarılacak kişilere yeni kimlikleri anlatılır ezberletilir vs. Her şey hazırdır şimdi tek yapmaları gereken kimseye çaktırmadan kaçmayı başarmak...


Baştan sona kadar sürekli bir gerilim içerisindesiniz. "Acaba kurtulacaklar mı?", "Ahanda yakalandılar" gibi laflar edebilirsiniz film boyunca. Ama değinmek istediğim 1-2 nokta nokta var. 

Bunlardan ilki film başlarken Şah'ın devrilmesinin nedeni Şah'ın zenginlik içerisinde zevk-ü sefa ederken halkın açlıktan kırılması olarak gösterilmiş ki bu İran halkının rejime karşı ayaklanmasını haklı kılar. Ama gelin görün ki film boyunca İran halkı resmen terörist gibi daha doğrusu şöyle diyelim yüzü gülmeyen herkese bağırıp çağıran kişiler olarak gösterilmiş. Ama Amerikalılar her zaman melek gibi insanlardır kimseye zarar vermek istemezler dünya tatlısılar...


İkincisi ise çok klişe var ya... Yok uçak biletleri sistemde gözükmüyor ama tekrar kontrol ettirildiğinde çat diye biletler alınmış oluyor, telefon çalar çalar çalar tam kapatacakken açılır, polis gelir tam adamları yakalayacakken geri çağırılır falan.

Ama istediği kadar klişelere sahip olsun izlenilmesi gereken filmlerden.

7.8/10

In Time (Zamana Karşı) (2011)


Yönetmen 
Andrew Niccol
Senaryo 
Andrew Niccol

Öyle bir dünya düşünün ki para yok her şeyi hayatınızdan bir kısmını vererek alıyorsunuz ya da maaş olarak zaman kazanıyorsunuz. Demek istediğim paranın yerini zaman almış. Markete alışverişe gidiyorsunuz aldığınız 1 süt hayatınızdan 20 dk götürüyor mesela ya da otobüse bindiniz 1 saat gibi.

Bu dünyada yaşlanma da yok. 25 yaşınıza kadar yaşlanıyosunuz ama o noktadan sonra tık yok. 25 yaşınızdan sonra kolunuzdaki zaman sayacı başlıyor. Hayatınız o sayaca bağlı. Sıfırlandığı anda geçmiş olsun. 


Ayrıca yeni dünyamızda 12 bölge var. Bunlar sınıfsal farklılıklara göre ayrılmışlar. Cebinde paran yoksa daha doğrusu zamanın yoksa 12. bölgede yaşıyosun. Kıt kanaat geçiniyosun. Öyle ki sayacında 1 2 günden fazla değer göremiyorsun. Eğer zamanın çoksa 4. , 5. bölgede yaşıyosun. Tabi bi şekilde zaman kazandıkça bölgeni de değiştirebiliyosun ama bölge değiştirmek bile zamanla. 

Esas konumuza gelelim şimdi;

Will (Justin Timberlake) annesiyle yaşayan kıt kanaat geçinen 12. bölge çocuğu. Günün birinde Will barda takılırken sayacında 100 yılı bulunan bir abimiz gelir. Tabi etraftaki çakal takımın dikkatini çeker hemen. İçlerinden 1-2 si saldırırlar abimize. Hedef tabi abimizin yıllarını çalmak. Düşünsenize 100 yılınız olduğunu ölümsüzsünüz resmen. Neyse Will bu abimizi koruyo tabi ki esas adam ya. Burdan sonra atraksiyonlar başlıyor zaten. 


Bu zengin abimiz zaten hayattan soğumuş ölmek için fırsat arayan birisi çıkıyor. Will uyurken bunun yanına sinsice yaklaşıp kendisinde 5 dk kalacak şekilde tüm zamanını Will'e veriyor. Daha sonra gidip intihar ediyor ama bu sahne kameralar tarafından kaydedilince polis diyebileceğimiz abiler ortaya çıkıyolar. 

Ölen adam herkes tarafından tanına birisi çıkıyor ve sanki Will onu öldürmüş gibi düşüyolar Will'in peşine...

Bölge değiştirmeler, koşuşturmalar, silahlar, aşk, sistem karşıtlığı falan derken sürükleyici bir film ortaya çıkıyor. "Çok süper" diyemeyeceğimiz ama izlerken de sizi sıkmayacak bir film...


7/10


25th Hour (25. Saat) 2002


Yönetmen 
Spike Lee
Senaryo 
David Benioff

David Benioff'un aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanmış 25th Hour. Filmde Monty Brogan (Edward Norton) uyuşturucu satıcılığından 7 yıl hapis cezası yemiştir. Hapse girmeden önce özgürce tadını çıkarabileceği 24 saati vardır. Bu 24 saat içerisinde hem yakın arkadaşları Jakob ve Frank'le zaman geçirecek hem sevgilisi Naturelle son saatlerini geçirecek hem de kendisini ele veren kişiyi bulmaya çalışacaktır.


Monty Brogan her ne kadar hapse girmekten korkmuyormuş gibi davransa da büyük korkuları vardır. 7 sene çok uzun bir zaman ve hapiste kendisine nasıl davranacakları hakkında çeşit çeşit düşünceleri var. Bu yüzden hapse girmemek için 2 seçenek ortaya çıkıyor. Ya intihar edecektir ya da kaçıp kayıplara karışacaktır.


Filmde hafızalara kazınacak 2-3 sahne. Bunlardan birisi restoranın tuvaletinde aynaya bakarak bu duruma düşmesine neden olanlara ve en sonunda da kendisine küfrettiği sahne. Burda spoiler vermiş oldum ama bu sayılmaz. 

Film gayet başarılı. Temposu yavaş olsa da olaylara kendinizi kaptırıyorsunuz.

8/10


Jodaeiye Nader az Simin (A Separation) (Bir Ayrılık) 2011

İran yapımı, Asghar Farhadi'nin yazıp yönettiği film Berlin Film Festivali'nde "En iyi film", "En iyi erkek oyuncu" ve "En iyi kadın oyuncu" ödüllerini almış. 


Film ayrılma aşamasına gelmiş bir çifti anlatıyor. Simin kızının yurt dışında eğitim görmesini istemektedir ve bunun için yurt dışında yaşamaya karar verir ama eşi Nader bu işe karşı çıkar. Çünkü Nader'in bakması gereken Alzheimer hastası bir babası vardır. Bunun üzerine Simin evi terk eder. Simin'in evi terk etmesinden dolayı Nader babasına bakması için bir kadın tutar.


Kadının bir gün Nader'in babasını yatağa bağlayıp evden ayrılması ve evde saklı bulunan paranın kaybolması sonucu Nader öfkelenir ve kadını işine son verir ve atar. Kadının çocuğunu düşürmesi sonucu Nader'e dava açılır ve olaylar başlar...
Başından sonuna kadar her adımda kararı izleyiciye bırakan bir film. Hakim koltuğunda bu sefer siz oturuyorsunuz ve tüm kararları siz veriyorsunuz. 

8.5/10





Intouchables (Can Dostum) (2011)


Philippe yamaç paraşütü yaparken kaza geçirmiş ve boynundan altı felçli zengin mi zengin bir adamdır. Haliyle kendisine yardımcı olması için birisini tutması gerekir. Yapılan görüşmeler sonunda Driss işe alınır.

Driss Senegal kökenli, hapisten yeni çıkmış dış görünüşü itibari ile tam bir serseriye benzeyen bir adamdır. İşe girdikten sonra 7/24 Philippe ile beraber zaman geçirir. Aslında işe girmeden önce Driss'in amacı işsizlik maaşı alabilmek için iş görüşmesine geldiğine dair elindeki belgeleri imzalatmaktır ama işe kabul edilince olaylar değişir.


Zaman geçtikçe birbirleriyle iyi geçinmeye başlayan Philippe ve Driss çok sıkı dost olurlar. Sürekli kendi zevklerini birbirlerine sevdirmeye çalışırlar falan. Gün gelir Driss sayesinde Philippe mektup arkadaşına fotoğrafını gönderir, buluşma ayarlar vs.


     

Baştan sona insanı hikayenin içindesiniz. Bir an olsun filmden kopamıyorsunuz. Sürekli yüzünüzde bir tebessümle filmleri izliyorsunuz ayrıca filmin müzikleri de ayrı bir olay. Çok iyi bir soundtracka sahip film. Kesinlikle izlenmesi gereken bir film...

8.5/10





Dredd (2012)


Yönetmen 
Pete Travis

Senaryo 
Carlos Ezquerra
Alex Garland
John Wagner

Filmin fragmanını ilk gördüğümde ve tabi ki Lena Headey'i gördüğümde büyük bir umutla izlerim demiştim ama sonra sınavlardı falan unutmuşum. İzlemek bugüne kısmetmiş. 

Hikayemiz eski Amerika kalıntılarının arasına yapılan mega şehirlerde geçiyor. Adalet kavramı öyle bişey ki jüridir mahkemedir hiç uğraşmıyolar. Judge (Yargıç)'lar takıyolar mis gibi kasklarını biniyolar motorlarına düşüyolar suçluların peşine. Bir nevi polis ve yargıcı birleştirmişler. Hem suçluyu yakalıyor hem de suçlunun cezasını belirliyor. 


Judge Dredd (Karl Urban) işinde başarılı bir yargıç. Sınavı çok düşük bir puan farkıyla geçemeyen mutant Anderson için son kararı Dredd'in vermesi isteniliyor ve Anderson 1 gün boyunca Judge Dredd'le takılıyor. Dredd buna ara ara sorular soruyor falan. Daha sonra bir ihbar üzerine Peach Trees'e gidiyolar. Olay yerine vardıklarında 3 cesetle karşılaşıyolar olayın peşine falan düşüyolar. Daha sonra Anderson'ın mutant güçleri sayesinde cinayetle alakalı bir çete üyesi ele geçiriliyor. Bunu öğrenen Ma-Ma (Lena Headey) (ki kendisi çete lideridir) tutuşuyor tabi ki. Adamın ötmesinden korktuğu için yargıçları öldürmeye karar veriyor ve Peach Trees'in tüm kapı pencerelerini kapattırıyor.


Biraz Ma-Ma'dan bahsedeyim. Ma-Ma eski bir fahişe. Pezevenginin malafatını adamın eline verdikten sonra durmadan büyümüş ve Peach Trees'in 200 katına birden sahip olmuş. SLO-MO (büyük ihtimalle slow motiondan geliyor ama tam bilmiyorum) adında bir uyuşturucu üretiyor. SLO-MO bildiğiniz slow motion işte, adam bunu kullandığında uçuyor bildiğin hareketleri %1 hızda falan görüyor. Tamam yeter bu kadar MA-Ma olaya geri dönelim.


Bizim yargıçlar Peach Trees'te kapalı kaldıktan sonra olaylar başlıyor zaten. 2 yargıç daha doğrusu 1 yargıç ve 1 yargıç adayının başına gelmedik şey kalmıyor. Açıkça söylemek istiyorum bu Judge Dredd karşısında bizim Polat Alemdar halt etmiş efenim. Polat'a laf edersem 2 olsun. Çatışmalar, kan, silah sesleri bitmek bilmiyor. Dredd merkezden yardım falan istiyor olaylar daha da karmaşıklaşıyor falan. Neyse daha fazla anlatmıcam çenem düştü yine izlerseniz görürsünüz zaten.

Açıkçası filmi ben pek beğenmedim. Klasik 1 adam 1000 kişiyi nasıl öldürür onu görüyoruz. Ama yok efendim ben aksiyon olsun, silahlar patlasın, kan gövdeyi götürsün istiyorum derseniz tam sizlik bir film kaçırmayın...

7.2/10

The Hobbit an Unexpected Journey (2012)


Sonunda gidebildim. Sağolsun Ankaralı sinama severler mi denir yoksa Tolkienciler mi denir bilemiyorum artık ilk 3 gün rezervasyonsuz filme gidemedik. Hatta 4. gün de gidemiyoduk da sonunda IMAX'te izlemekten vazgeçtik. 

Neyse hikayemizden biraz bahsedeyim. Hikayemiz Yüzüklerin Efendisi serisinden tanıdık simalarla başlıyor. Bilbo'nun "There and Back Again" adlı kitabına başladığı andan hikayenin içine giriyoruz. Tabi ki bu sahnelerde Frodo (Elijah Wood) kendisine kısa da olsa eşlik ediyor. 

Hikayenin içine girdikten sonra Bilbo'nun gençlik halini Martin Freeman canlandırıyor.
Bilbo günlük hayatını yaşarken yani bahçesinde oturup tüttürürken birden karşına Gandalf'ın çıkmasıyla hayatı değişiyor. Gandalf Bilbo'ya bir macera öneriyor ama Bilbo mırın kırın ediyor falan. Akşamına tüm cüceler Bilbo'nun evinde toplanıyolar ve esas olay konusuluyor. 


Olayımız şudur. Thorin'in dedesi zamanında çok şaşalı bir kent olan Eredor'un ejderha Smaug tarafından ele geçirilmesi sonucu yıllarca yurtsuz kalmış cüce halkına tekrar Eredor'u kazandırmak.


13 cüce, Bilbo ve Gandalf'tan oluşan grubumuzun uzun yolculuğu anlatılıyor. Yer yer orklar yer yer goblinlerle savaşıyorlar ve The Lonely Mountain'a ulaşmaya çalışıyorlar. Tabi ki herkesin bildiği gibi bu yolculuk sırasında Bilbo'nun "yüzük" ile nasıl karşılaştığı da anlatılıyor.


Açıkçası bana Yüzüklerin Efendisi serisindeki seyir zevkini vermedi film. Tek kitabı 2 filme böldüklerinden dolayı yer yer gereksiz uzatılmıştı film ama yine de tekrar tekrar izlenilecek bir film.
8.3/10




Man of Steel (2013)



300 Spartalı ve Watchmen'in de yönetmenliğini yapmış olan Zack Snyder'in yönetmen koltuğunda oturduğu Christopher Nolan'ın prodüktörlüğünü yaptığı Man of Steel'in fragmanları yayınlanmaya başladı. 2013'te çıkacak bu filmde Clark Kent (Superman) rolünü Henry Cavill canlandıracak. 

Clark Kent yok olmak üzere olan bir gezegen olan Krypton'dan Dünya'ya çok küçükken getirilmiş ve bir ailenin yanına evlatlık verilmiştir. Kansas'taki ailesiyle birlikte yaşarken yavaş yavaş güçlerini farketmeye başlar. Acaba Clark Kent Dünya'nın ihtiyaç duyduğu bu güçlerle Dünyayı daha iyi bir yer haline mi getirmeye çalışacak yoksa Dünya'yı bir kaosa doğru mu sürükleyecek...









The Hobbit an Unexpected Journey (2012)




Büyük buluşmaya sayılı günler kaldı... Beklenen gün 14 Ocak 2012.


Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin de yönetmen koltuğunda oturmuş Peter Jackson abimiz The Hobbit an Unexpected Journey ile tekrar karşımızda. J.R.R Tolkien'in Hobbit adlı eserinden uyarlanan ve Yüzüklerin Efendisi üçlemesinden yaklaşık 60 yıl öncesinde Bilbo Baggins'in "yüzük" ile nasıl karşılaştığının hikayesi anlatılıyor. Tabi ki hikaye sadece Bilbo'nun "yüzük" ile karşılaşmasından ibaret değil. Aynı zamanda Cüce diyarını tekrar kurtarmak için yola çıkan Thorin ve 12 cücenin, Gandalf ve Bilbo'yla olan yolculuklarını da anlatıyor.


Türkçe Altyazılı 1. Fragman


Türkçe Altyazlı 2. Fragman

 
Support : Creating Website | Johny Template | Mas Template
Copyright © 2011. CADDEDEKİ FİLMCİ - All Rights Reserved
Template Created by Creating Website Published by Mas Template
Proudly powered by Blogger Template